
A.I. Artificial Intelligence | Film İncelemesi
Muhtemelen çoğunuz A.I. Artificial Intelligence veya Türkçe adıyla Yapay Zeka isimli bu başyapıtı izlemişsinizdir. Ancak hala izlemeyenleriniz varsa, çok şanslısınız. Keşke hafızam şuan silinse de tekrar aynı heyecanla izleyebilsem!
Öncelikle iltifatlarımı şişirmeden önce söylemek isterim ki, bu yapım kendi içinde sanki üç ayrı filmi barındırıyor gibi geldi bana. Bu yüzden eşsiz kabul edebiliriz. Riskli bir tabanda yapılmış olmasına rağmen bence müthiş başarı ortaya koymuş. Nedendir bilinmez, bir filmin eğer başrolü çocuk oyuncuysa o film bir şekilde mükemmelleşiyor.
Film bilim kurgu diye açılıyor, Pinokyo masalı diye devam ediyor, sonunda uzaylılar (?) geliyor… Yani bir noktada “bir robot vardı, çok seviyordu ama sevilmiyordu, sonunda da dondu” gibi özetlenebilir. Kafayı açarsan başyapıt, uykun varsa garip bir masal gibi gelir.
Filmin merkezindeki en derin sorulardan biri şu: “İnsan olmak, sadece biyolojik bir durum mu, yoksa bilinç, duygu ve arzuyla mı tanımlanır?”
David bir makine ama sevgi istiyor. Korkuyor ve hayal kuruyor. İzlerken beni bir ölçüde rahatsız etti ama oyunculuklar o kadar mükemmeldi ki, empati kurmak zorunda hissettim. Belki de insan olmanın özünü sevgiye indirgiyor olmamıza rağmen kendimiz dahil kimseyi gerçekten sevemediğimiz içindir tüm bu yapaylık sorgusu. Şimdi size sorabilirim aynı soruyu; ”Eğer bir varlık sevgiyle yanıp tutuşuyorsa, o hala ‘yapay’ mıdır?
İzlerken hiç durmadan şunu düşündüm; David insan gibi mi hissediyor yoksa insan gibi mi davranıyor? David gerçekten hissediyor mu ya? Ruh bedene mi ait? Yoksa ruh gibi işleyen bir yapay zeka da ‘varlık’ olabilir mi?
Peki; “Bir hissin gerçekliği, onu hissedenin ‘insan’ olmasına mı bağlıdır?”
Neresinden tutarsanız tutun, bu kadar derin bir felsefi tartışma en fazla bu kadar iyi işlenebilirdi. Her açıdan kusursuz diyebilirim.
“Gerçek bir çocuk seni sevebilir mi?” – Duyguların Kodlandığı Bir Dünya
İnsanlığın Aynası – Robotlar, Bizim Duygusal Kopyamız mı?
Film boyunca insanlar, sevgiye hasret robotlar üretirken, aslında kendi duygusal boşluklarını da açığa vururlar. David gibi bir çocuğa ihtiyaç duymaları, kendi sevgisizliklerini telafi etme çabasıdır.
Bu durum felsefede insan-doğa teknolojisi ilişkisini tersine çevirir: İnsan, doğaya hükmetmek için teknoloji üretirken, sonunda teknolojiye duygusal bağımlı hale gelir.
Filmin en hüzünlü ama en çarpıcı yönlerinden biri de şu:
“Şimdi bile robotlar insan gibi olmaya çalışırken, insanlar da robotlaşmıyor mu?”
Her ne kadar duygusal açıdan etkilenmiş olsa da filmin kötü yanları şu şekilde:
- Duygu dozu o kadar abartılıyor ki bazı sahnelerde gözyaşın kurumadan yeni trajedi geliyor.
- David çok tatlı evet, ama bir yerden sonra fazla “mükemmel” oluyor. Ne yaparsan yap bozulmuyor, kırılmıyor, sinirlenmiyor, bağırmıyor. Bu bir gerçeklik değil bence. Şimdi bir robot bulup insanlaştırın, muhtemelen onu eskiden olduğundan çok daha kötü hale getireceksiniz. İşte bu bir gerçeklik.
- Senaryo bazı yerlerde sadece “Bu duygusal olsun, yeter” diye yazılmış gibi. Bilim kısmı geri planda bırakılmış. Ama kesinlikle dram kısmı kusursuzca işlenmiş. Bunu felsefi bir alt metin olarak düşünün ve önyargılı olmayın derim.
Filmin iyi yanları:
- İnsan olmak nedir? Sevgi gerçekten programlanabilir mi? Bilinç sadece biyolojik varlıklara mı özgüdür? Film, tüm bu soruları dramatik bir hikâyeyle sorgulatarak seyirciyi düşünsel bir yolculuğa çıkarıyor.
- David’in sevgisi, terk edilme sahnesi, bekleyişi… Hepsi seyircinin kalbine hançer gibi saplanıyor. Göz yaşartıyor ama bunu duygusal manipülasyonla değil, gerçekten hikâyeyle yapıyor.
- Haley Joel Osment çocuk oyuncu olarak inanılmaz bir iş çıkarıyor. Hem mekanik hem insani… O gözler, o ses tonu, o boşluk hissi – tam olarak bir yapay çocuğu izliyormuşsun gibi.
- Filmdeki gelecek tasarımı steril, gösterişli ama gerçekçi. Işık kullanımı, şehirler, teknolojik detaylar olağanüstü tasarlanmış – özellikle Cybertron City ve okyanus altı sahneleri.
- Az notayla çok şey anlatıyor. Filmle o kadar iyi örtüşüyor ki müzikler bazen diyaloğun bile önüne geçiyor. Final müziği hâlâ pek çok insanın travmasında çalıyor olabilir.
- Filmin Pinokyo metaforu çok etkili kullanılmış. Gerçek bir çocuk olma arzusunun robot üzerinden anlatılması, hem nostaljik hem çarpıcı bir yol yaratıyor.
- Her sahne kontrollü, duygularla örülmüş. Kubrick’in mirasına sadık kalırken kendi üslubunu da filmin geneline yedirmiş. Özellikle bazı sahnelerde sessizliği yönetme becerisi büyüleyici.
- İlk izleyişte dramatik etkisi vurur. İkinci izleyişte felsefesi çarpar. Üçüncüdeyse “biz bu çocuk için neden ağladık ya, yoksa biz de mi robotuz?” sorgusuna girersin.
“Gerçek olduğumu sanmıştım…”
Bu film, yapay zekâyla ilgili değil aslında. Yapay kalplerle yaşayan gerçek insanlarla ilgili. David, bir makine olmasına rağmen hissettiği sevgiyle birçok insandan daha insancıl görünürken; insan karakterler, korkuları, bencillikleri ve ilgisizlikleriyle en robotik hâlleriyle karşımıza çıkıyorlar.
Ve belki de filmin asıl trajedisi şu:
Bir varlık, sevgiyle yanıp tutuşuyorsa, o hâlâ yapay mıdır?
Ya da… biz ne zaman yapaylaştık da, hissettiklerinin kodla yazıldığını fark etmeyecek hâle geldik?
David’in yıllar süren bekleyişi, insanlık tarihinin özeti gibi:
Sevilmeyi istemek, ama hep yanlış yerlerde aramak.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Eğer şimdi izlemeye başlarsanız, 140 dakika sonra siz de bana teşekkür edeceksiniz.