
The Substance | Film İncelemesi
Bir önceki film incelemem olan The Watcher için izlediğim en kötü film demiştim. Bu hızlı alınmış karar için öncelikle hepinizden çok özür dilerim. Ben daha kötüsü olmaz diye düşünürken Berke Karaca yani nam-ı diğer Khente Homie isimli arkadaşımın ”MÜKEMMEL!” olarak sınıflandırdığı bir filmi izledim… Her konuda seninle gurur duyuyor olsam da, ilk kez beni utandırdığın için hayal kırıklıkları içindeyim Berke. Lütfen bir daha film önerme. Başkalarına da önereme diye soy adınla birlikte yazmak mecburiyetinde hissettim çünkü kendimi. Öhöm… Gelelim bu tarifi mümkün olmayan rezil filmin içeriğine.
The Substance, Coralie Fargeat yönetimiyle Hollywood’un 50 yaşını görmüş bir fitness simgesi Elisabeth Sparkle üzerinden gençlik saplantısını ve güzellik dayatmasını ele alan bir body‑horror tezi. Ama film öyle bir dağılıyor ki… tek iyi tarafını bulmak bile ayrı bir başarı.
Öncelikle filme bok atmadan önce ana temasının hoşuma gittiğini söylemek istiyorum. Kesinlikle bir derinliği var, bunu itiraz etmek aptallık veya haksızlık olur. Öyleyse filmin iyi yanları diyerek başlayalım:
- Güzellik algısının insanı nasıl bağımlı hale getirdiği konusunda farkındalık kazanmamızı sağlıyor. Hem de şaşılacak şekilde bunu gerçekten başarıyor diyebilirim.
- Başrolümüz Elisabet-Sue ayrımı, kimlik kaybı ve beden yozlaşması üzerinden insan psikolojisine dair inanılmaz tekil bir derinlik sunuyor bize. Eşsiz bir konu kesinlikle.
- Özetle film bize diyor ki; ”Bak… Güzel değilsen, seni bir daha kimse görmeyecek.” Ana karakter ile duygu birliği yapabilmemizi sağlayan kalitede bir oyuncu seçildiğini de söylemem gerekir. Her iki başrol oyuncusu da, her açıdan bize dokunabiliyor. En azından filmin ortalarına kadar falan bu böyle.
Özellikle sosyal medya, hayatımız olduğu günden beri ben dahil hepimizde bir güzellik kaygısı var. Yok diyen yalan söylüyordur. Zaten temelde çirkin olanlar hayat boyu bununla mücadele ettikleri için orta yaş krizleri sanırım daha kolay geçiyor. Ama hayatının gençlik evresinde güzelliği yüzünden ilgi görmüş kişiler, ilk kırışıklıkları ile birlikte kafayı yemeye başlıyorlar. Üstelik bu öyle destek alınarak falan toparlanacak bir çöküş de değil yani. İnsana gerçekten kafayı yedirtiyor.
“Kendinin daha iyi bir versiyonunu hayal ettin mi? Daha genç, daha güzel, daha mükemmel. Tek bir enjeksiyon DNA’nın kilidini açar.”
Şimdi, hiç haksızlık etmeden filmin iyi yanlarından söz ettiğimi düşünerek kötü yanlarına geçiyorum. Yani, diğer her şey;
- Hikaye inanılmaz dağınık. Sürekli gereksiz tekrarlarla ara sıra sigara molasına çıkma ihtiyacı duyuyorsunuz. Şahsen filmi izlerken 6 kere kahve 14 kere çay demledim. Film aslında sanırım 140 dakikaymış ama benim aklımda 6 saat gibi kalmış.
- İkinci ana karakter yani Sue, güzellikten çok seks objesi çağrışımı yaptırdı açıkçası bana. Sue’ya bakınca ne istediğini bilen güzel bir kadın değil, sadece seks gördüm. Duygu sıfır, seks bi milyon.
- Film görselleri gerçekten bizi kaotik şekilde karşılıyor. İzlerken o kadar yoruldum ki, uzun süre film izleyemedim. Tek bir sahnesi dışında tamamen yorucu.
- Bu arada filmin türü hakkında da hiçbir fikrim yok. Korku mu, psikolojik mi, eleştiri mi, komedi mi? Final sahnesi kesinlikle komediydi ama gerisi hakkında hiçbir fikrim yok. Her şey olabilir çünkü.
- Film, ortalarına kadar vermesi gereken mesajı vermeyi bir ölçüde başardı ama sonlara doğru bu kadar kan gerekli miydi gerçekten? Sembolizm katliamı mı diyeyim yoksa sembolizm katledilmiş mi diyeyim bilmiyorum. Farkındaysanız ben de henüz duygularımdan emin değilim çünkü bu öyle bir film.
- Her neyse çok da uzatmadan gelelim finale… TEK KELİMEYLE FELAKET! Yönetmen bize final sahnesinde sadece şunu söylemiş ”Evet saçmalamış olabilirim ama sonuç olarak bir final yaptım.” Başka bir iddiası varsa eğer, umarım kahrolur. Başka türlüsü sektöre hakaret çünkü.
- Bu filmi alkol veya benzeri bir şeyin etkisinde kazayla çekmedilerse hiçbir şey bilmiyorum.
“Bir tarafta kullanılan neyse, diğer tarafta kaybedilir. Geri dönüş yok.”
Özet: The Substance, baş karakteri Elisabeth üzerinden toplumun güzelliğe olan bozuk tutkusunu acımasızca anlatan bir tekil düşünce taşıyorsa da; karakterler, kurgu ve ton yüzünden tam bir felakete dönüşmüş hâlde. Güzellik saplantısına dair sadece teorik bir derinliği var. Ama film, bu derinliği filme taşımada inanılmaz başarısız. Finalde emergent bir yaratık çıkıyor, sahne kanlı, izleyici kaybolmuş, mesaj mı kalmış ne? Yani konu dışı birkaç homurtuyla birlikte çıkıyorsunuz salondan. İzlediğine değdi mi? Sadece iki kelimeyle: ‘Konsept iyi. Uygulama berbat.’