Seyir Defterim

The Menu | Film İncelemesi

Sanat gerçekten sınırsız ölçüde kişiselleştirilebilen, öznelleştirilebilen bir şey. Ne yazık ki biz genelde popüler kültürün bize dayattığı şeyleri izliyor ve ”Neden hep birbirinin aynı şeyler yapılıyor?” diye sitem ediyoruz. İşte The Menu o yapımlardan biri değil. İzledikten sonra ”Ben ne izledim yav?” demiyorsunuz. Çünkü henüz izlerken bile neyle karşı karşıya olduğunuz, suratınıza suratınıza vuruluyor. Gelelim filmin konusuna ve kısa özetine; 

Film, ilk bakışta havalı bir gurme şovu gibi başlıyor. Deniz kenarında, özel bir adada, sadece elit zümreye açık bir restoranda geçiyor her şey. Şef Slowik (Ralph Fiennes) tam bir mutfak diktatörü. Bıçaktan keskin bakışlarıyla, davetlilere hayatlarının en ilginç (ve son?) yemeğini hazırlıyor. Tabii, herkes bu yemeğin menüsünde kendilerinin olduğunu geç fark ediyor.

“Aç kalmak değil, aç gözlülük öldürür.”

Şunu kesinlikle belirtmek isterim ki, kendi orta sınıf çevremde bile jet sosyeteymiş gibi davranan insanlar var ne yazık ki. Elitizmin pençesinde hayatlarını heba etmek üzere olan, aşırı sahte ve yapmacık insanların kesinlikle bu çukurdan çıkmasına bir ölçüde faydalı olabileceğini düşündüğüm bir yapım The Menu.

Bence kültür lüksten değil, sokaktan gelir. Çoğumuz varoş mahallelerde doğduk ve hatta büyüdük. Bunda utanılacak hiçbir şey yok. Ama yine de çoğumuz Buckingham sarayında büyümüşüz gibi yaparken komik görünüyoruz. Asıl varoşluk, kendinizden daha iyi olduğunu düşündüğünüz insanları taklit etmektir. İşte o zaman ucuz olursunuz.

Bu film aslında sadece gurmelerin, fine dining çılgınlarının ya da MasterChef takipçilerinin ilgisini çekecek bir yapım değil. Alt metinleriyle sınıf eleştirisi, sanatın metalaşması, şöhretin ve beğeninin yozlaşması gibi birçok temaya dokunuyor.

Her karakter, günümüz toplumunun bir kesimini temsil ediyor:

  • Yemekten zerre anlamayan ama ‘havalı olduğu için’ gelen zengin çift.
  • Her şeyi beğenen ama hiçbir şeyi gerçekten takdir etmeyen influencer’lar.
  • Sanatı anlamadan pohpohlayan yatırımcılar…
  • Ve tabii ki Tyler gibi yemek fetişisti “aşırı entel” tipler.

Ana karakterimiz Margot (Anya Taylor-Joy) ise tüm bu elitist saçmalığın dışında bir yerde duruyor. Zaten o yüzden hayatta kalmaya en çok o yaklaşıyor.

Gelelim filmin iyi yanlarına;

  • Kesinlikle orijinal bir fikir. Daha önce izlediğim hiçbir filme benzemiyor. Psikolojik gerilim, alt metin, sınıf eleştirisi gibi özgün bir karışımla karşılıyor bizi.
  • Şef Slowik rolüyle bizi gerçek bir oyunculuk örneği karşılıyor. Hiçbir açıdan eleştiriye açık olduğunu düşünmüyorum.
  • Estetik ve görsel açıdan kusursuz diyemem ancak kesinlikle yeterli. Kendinizi filmin içinde bulabiliyorsunuz.
  • Unutulmaz bir final sahnesiyle tüylerimizi ürpertiyor. Muhtemelen hayat boyu aklınızda kalacak bir yapım olmasının sebebi de finali olabilir.
  • Film öyle dolu bir yapım ki, bazı metaforları ancak filmi ikinci kez izlediğinizde anlıyorsunuz. Bu da The Menu‘nün bir derinliği olduğu anlamına geliyor.

Filmimizin kötü yanları ise şu şekilde;

  • Ya bu kadar iyi bir filmde nasıl karakter derinliği sıfıra yakın olabilir anlamıyorum? Kim seçiyor bu oyuncuları, niye karakterlerin altını doldurmuyorsunuz? NEDEN???
  • Sınıf eleştirisi konusunu gözümüze sokarken bokunu çıkartmışlar. Hiç arasını bulamamışlar. Kara mizah mı psikolojik gerilim mi çok arada kaldım bazen.
  • Filmin ikinci perdesinde bir 15 dakika falan ayılıp ayılıp bayıldım, sıkıldım. Biraz kalktım, dolaştım, gittim bir sigara yaktım, mısır patlattım falan. Muhtemelen ikinci turda yönetmenin maaş yatmadı.
  • Filmin türü hakkında hiçbir fikrim yok. Bunu bir eleştiri olarak yazıyorum çünkü kusursuz bir senaryodan kusursuz bir etki beklerdim.
  • Finalde ters köşe bekledim ama film beni totik gibi ortada bıraktı. Ters köşe yapmayı bırakın, hiçbir sebep vermeksizin ana karakter konusunda verilen karar baya saçma geldi. Bence herkes ölsün.

“Siz insanlar, arzuladığınızdan az ama hak ettiğinizden fazlasını yiyeceksiniz.”

Açıkçası kötü filmleri izlerken zevk almadığım kadar, incelerken çok zevk alıyorum. Çünkü kalbimde kesin bir duygu bütünlüğü oluyor. Bu açıdan The Menu izlerken zevk verdi ama incelemesini yazarken birkaç yüz kelimeyi geçmiyor olmasına rağmen çok sıkıldım. Çünkü film hakkında ne hissettiğimi tam olarak bilmiyorum. Kesinlikle izlemenizi öneriyorum. Tabii eğer alt metnini görebilecek kadar açık fikirliyseniz. Ama şahsi kanaatim, bu yapımın en iyiler arasına girebilecekken çok özenilmediği yönünde. Bu yüzden yapımın kendisine biraz sempati ve fazlasıyla öfke besliyorum.

Gelelim son sözümüze; ”Tabağımızda Ne Vardı?

Sevgili okurlar, şunu kabul edelim ki; HEPİMİZ AÇIZ!

Bazılarımız ilgiye, bazılarımız sevgiye, bazıları anlamaya açız. Ama her birimiz kesinlikle açız ve bu doyumsuz bir açlık. Yaşadığımız bu dünya, hepimizin deyişiyle bu modern dünya bizi daha aç, daha doyumsuz yapıyor. Daha önce The Substence ile güzelliğe olan bağlılığımız veya açlığımızdan söz etmiştim. The Menu de bence benzer ölçüde duygusal açlıklarımızın üzerinde duruyor metaforik olarak. Hepimiz daha fazlasını istiyor ama çoğu zaman daha azını hak ediyoruz yani. Küçük bir restoranda birkaç saat, son yüzyılın hastalığını izletiyor bize The Menu aracılığı ile.

Umarım izler ve şunu anlarsınız;

Tüketmek için yaşıyorsunuz. Sevmek , anlamak, bağ kurmak yerine sadece tatmak, denemek ve geçmek istiyorsunuz. Ve bu sorunun gerçek cevabını lüks bir restoranın ihtişamlı sunumuyla, lezzetli bir tabakta bulamazsınız.

“Bu sadece bir yemek değil. Bu benim sanatım. Ve siz sanatımı hak etmiyorsunuz.”

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bu gün de size kusursuz bir öneri veremedim ama bence her haliyle The Menu insana dokunuyor.

Bir Yorum Yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmiştir.